**”Bir Kaynana’nın Geç Uyanışı”**
*”Kimse kalmayınca, kaynanam bizi hatırladı. Ama çok geçti…”*
On yıldan fazla oldu Levent’le evliliğimiz. Yirmi beş yaşında vermiştim ona evet. Tek çocuk değildi; iki abisi vardı, ikisi de çoktan yerleşmişti kariyer, evler, aileler. Mükemmel tablo, dedikleri gibi. Annesi, Neriman Yılmaz, sert mizaçlı bir kadındı, başkalarının arkasına saklanacak biri değildi. Üç oğlunu tek başına büyütmüş, hiç boyun eğmemişti.
Nişanımızdan itibaren bana karşı özel bir soğukluk hissettim. Direkt değil, ama yemeklerdeki suskunluklarında, yan bakışlarında, “unutkanlıklarında” okunuyordu. Görmezden geldim. Belki beklentilerine cevap verememiştim? Belki de en küçük oğlunu bırakmak istemiyordu?
Çünkü Levent onun direğiydi. Ağabeyler gittikten sonra, ona yardım etmek için kalmıştı: alışverişler, doktor randevuları, evrak işleri. Sonra ben geldim. Ve hayatı altüst oldu.
Onun kalbini kazanmak için her şeyi denedim. Özenle pişirilmiş yemekler, bayram davetleri, seçilmiş hediyeler. “Anne” demeyi bile denedim, ama kelime boğazımda düğümleniyordu. Soğuk ve mesafeli duruyordu, bu ailede hep bir yabancı gibi hissettim.
Oğlumuz Emir doğduğunda, Neriman biraz daha yakınlaştı. Kısa bir nefes: ağabeyler ona başka torunlar verince, bizim çocuk görünmez oldu. Bayramları onlarda geçiriyor, haftalık telefonlarını onlara ediyor, bizi unutuyordu. En kötüsü? Doğum günlerimi “unutuyordu”, ta ki Levent hatırlatana kadar. Ne mesaj, ne kart. Acı çektim, sonra kabullendim: herkesin iki annesi olacak değil ya.
Yıllar geçti. Mütevazı ama onurlu bir hayat. Kızımız Elif doğdu. Levent çalışıyor, ben çocuklara bakıyordum. Kaynanam hayatımızın kenarında dolanıyordu aynı mesafe, aynı nadir ziyaretler. Hiçbir şeyi zorlamadık.
Geçen yıl, kocası vefat etti. Şok onu paramparça etti. Doktorlar, antidepresanlar, “yaşlılık depresyonu” teşhisi. Ağabeyler bir kez geldi, birkaç poşet bırakıp… gittiler. Biz ise onun İstanbul’daki evine uğruyorduk sık değil, ama onlardan daha çok.
Sonra, aralık ortasında, bizi yılbaşına davet etti. “Size ihtiyacım var,” diye fısıldadı. Her şeye rağmen kabul ettim. Çaresiz birini terk edemezdim.
Kavurmayı hazırlıyor, tatlıları diziyordum, o ise kanepede iç çekiyordu. “Mehmet ve Cem gelecek mi?” diye sordum. Omuz silkti: “Ne fark eder ki?”
Gece yarısı yaklaşıyordu. Birden doğruldu: “Oturun. Bir teklifim var.” Sesi titriyordu. “Diğer gelinlerime yalvardım, beni almaları için. Reddettiler. Öyleyse… siz buraya taşının. Karşılığında, ev size kalsın.”
Bir şok. Yıllarca kayıtsızlık… Ve şimdi, diğerleri onu bırakınca, bana dönüyor? Sanki İstanbul’daki üç odalı daire, yirmi yıllık soğukluğu silebilir miydi?
Levent düşüneceğini söyledi. Arabada patladım. Bağırmadan, ama düğümlenmiş bir sesle:
“Bak, ben aziz değilim. Beni hayalet gibi gören biriyle yaşayamam. Torunlarının bir okul gösterisini bile izlemeyen biriyle. Bu ani ‘sevgisi’… Sadece yalnız ölmekten korkuyor. Ama neden biz, bize vermediği şeyi hayatımızla ödeyelim?”
“O benim annem…” diye mırıldandı.
“Anne teselli eder. Çocuklarını ayırmaz. Bizi aile hikâyesinden çıkardı. Şimdi gözdesine dönsün.”
Sustu. İçinin parçalandığını biliyordum. Ama beni anladı.
Bir daha o eve gitmedik. Birkaç soğuk telefon. Kırgınlığını bize yüklüyor. Ben ise düşünüyorum: Ne hakkı var umut etmeye? Metrekareyle satın alınan bir gülümseme neye yarar?
Hayır. Onurun bedeli olmaz. Aydınlık günlerde hiç değilsen, karanlıkta kalkan olma.
Bu bir intikam değil. Sadece, seni seçenleri seçmenin acı dersi.